Logo Weiter Schreiben
Menu
Recherche
Écrire, encore – Suisse est
un projet de artlink
De | It
Logo Weiter Schreiben
Menu

YALNIZLIĞIN RÖNTGENCİSİ

Suzan Samanci
© Mahroo Movahedi / Stiftung Whitespace Blackbox aus der Serie "Widerstand", Tinte auf Porzellan (2017)
© Mahroo Movahedi / Fondation Whitespace Blackbox de la série « Résistance », encre sur porcelaine (2017)

 

Önce korkmuştu ondan, sonra yakındı her seferinde. Köşe bucak kovaladı. Söküp atmak istedi içinden. O çocuksu taş devriyle baş etmek kolay mı! Baş et edebilirsen. En ağır  sözcükleri kuşanıp hodri meydan dese de, ışığı söndürdükten sonra bir İfrit belirir odanın en kuytu köşesinde. İnanmaz. Seni gidi Mephisto diye gülümser. Gecenin sessizliği ağır bir yük vagonu gibi geçer üzerinden. Karanlığın usulca ayrışmasını duyumsar. İçinin derinliğinde endişenin gözü büyür. İrkilir. Tüm sesleri iliğine, notasına, kokusuna, rengine dek tanır. Bu ses yabancı! Bu kez Sıss sıss ile tık tık karışımı varla yok gibi bir ses! “Acaba yanılsama mı?” diye düşünüyor. Gardırobun, aynanın, etajerin, masanın bir düzine insan gibi baktığını kanıksamıştır. Bazen peyzajların içine atlayıp kaybolur. Her gece böyledir. Cumayı iple çeker. Gece yarısından sonra panjuru açar. Ay ışığı olduğu gece, her şey gümüşi bir parlaklık içinde kımıldar. Önce biçimli bir kadın eli büyükçe bir şamdanı tutar, usulca erkek eli uzanır. Flu lâl rengi atmosferin gerisinde kımıldayan ilk gölge  usta bir ressamın fırçasından çıkmış gibidir. Erkek hafif göbeklidir. Bu göbek hazzına çentik atar.

Yabancılaşan uzaklık, acıtan uzaklık… Neyin uzaklığı diye düşündüğünde, şefsiz bir orkestra demir atar bilincine. Ah o yabanıl sesler. Kemirgen kuşkuları. Biraz esriyebilse. “Bakan gözler değişmedikçe, bir şey değişmiyor” diye gülümsedi.  Ezberlediği kitapların sayfalarında eriyip giden geceler granit bir kayaya dönüşmüş gibiydi.  Kavramlarla, soyut ve somutlarla becelleşmek istemese de, hep sessizce mırıldanıyor içinde büyüttüğü kasırga.  Güçsüz, eksik yanlarını gizlediği için değil mi bunca acı… Biraz nefes almak için psikologların kapısını aşındırdı. Malulen emeklilik hakkını elde edince, ilkin  “Oooh!” dedi demesine de. Kazın ayağı hiç de öyle değilmiş.

Kuşluk vaktinde tramvaylar, konuşmayı unutmuş, donmuş balık gibi bakan, kendinden vazgeçmiş gövdeleri taşır. Tramvaylar, farklı renklere bürünse de metalik gri bir yılandır onun gözünde. Tertemiz konforlu tramvayın bir şef gibi sinsice gülümsediğini düşünürken, pazardan dönenleri, her şeyin ne kadar pahalı olduğundan yakınan titrek çeneleri, ekmeğin topuğunu kemirenleri arar gözleri. Ekmeğine yumulup, hıçkıran o yaşlı amca, maden göçüğünde çizmelerinin sedyeyi kirleteceğini söyleyen o hüzünlü ses…  Arabaların önüne fırlayıp, mendil satan minik çocukların görüntüleri geçiyor tramvayın camından. Ne gece vardiyalarını ne de çamaşır suyu fabrikasında çalıştığı günleri düşünmek istemiyor. Ayrıkotu gibi ruhunu saran düşünceleri budamak yetmiyor. Konsantre çamaşır suyunu boca etmek istiyor. Parlak güneşin altında gökkuşağı halesi oluşturan fıskiyeye  “Yorgun ruhumu yıka sağalt beni ey koca burunlu fıskiye!” diye inler çoğu kez.  Bunları yapanlar aynı zamanda kederle beslenip gözyaşı içirenlerdir diye düşünür. Yıllarca tombul kuğular gibi ilerleyen şişelerin ağzını kapatmaktan bıkmıştı. Tombul kuğuları, onu göz hapsine alan şefler gibi gördüğü an, işten ayrılmaya karar verdi.

Eve alışma süreci bir karabasan gibi fink attığında, ne yerde ne de gökteydi.  Tüm bildiklerini unutacağı kaygısıyla  her gün bir avuç ceviz yiyor. Aynılığın, tekdüzeliğin çürütücü olduğunu biliyor. Yarım cevizleri birleştirerek, bütün ceviz yeme saplantısına kapılıyor. Kırık cevizleri pencerenin önüne serpiştirip bekliyor. Sorguçlu iki güvercin dadandığında, “Bazende ile Nevazende!” diye ünlüyor. Böylesine içten dostluk ve sevgi istiyor.

İlk bakışta baston yutmuş gibi duruşundan, iğnenin deliğinde toz arayan sanılsa da pimpirikli değildi. Duru gök göle uzanıyor. İkiz mavilik sonsuzluğu anımsatıyor. Sessizlik en büyük bukalemun. Kitabının sayfasındaki ülkede dolaşıyor. Mavinin derinliğini ayrımsayıp, varlığını garipsemenin tadından haz aldığını yazıyor defterine. Okumaktan yorulup, kıpık  gözlerle tatlı bir dalınca sürüklendiğinde, her şey var ile yok arasında ipildeyip, bir başka düzlemde kırılıyor. Göl kuğu biti kaynasa da, göle dalıyor. Bitlerden mi korkacağım diye gülümsüyor. Suda oynaşan huzmelere odaklanıyor, dış dünya ile bağlantısı kesiliyor. Su bedenini okşarken, şeffaf bir balon içinde yükselir gibi olduğunda zihni boşalıyor. Bir tüy gibi hafifliyor. Bilincinde pencere ve gölge imgesi belirdiğinde, kulaç atanların şapırtısını duydu. Bu günün Cuma olduğunu anımsayınca, içi bir hoş oldu, “Akşama sinema var!” diye gülümsedi. Bir su perisi çevikliğiyle sudan çıktı. Kumsalda eşkin yürüyen bir kısrak gibi daireler çizdi… Güneşin bir an önce batmasını, gece yarısının gelmesini düşünürken, tam bu sırada yine o Meursault tipli adam kaygısız, giz dolu bir ifadeyle ona bakıyordu. Dün de böyle bakıyordu. Ya işsiz ya da tatilcidir diye düşündü. “Belki de annesi ölmüştür…” Meursault kılıklı adamın hindi gibi düşünüp, boş gözlerle uzaklara bakması yüreğini daralttı. İki gündür hep aynı yere ıhlayan adam da Alain Delon  gibi gülümsüyordu. Yüzü altın oran neredeyse. Adam üst perdeden bir sesle, “Bravo iyi dans ediyordunuz!” dediğinde, ilkin ne diyeceğini şaşırdı, sonra istemsiz bir kahkaha attı, “Dans mı yıllardır dans etmiyorum!” diye omuz çekti. Adam şezlonga kaykılıp, “Hayır, usta bir dansçı gibi dünyayı kucaklıyordunuz.” Diye diretti. Kendinden şüphelendi, dans edip etmediğini anımsamıyordu. Kimilerine göre biraz keyifli adımlar danstır belki de diye geçiştirirken, adamın çözümsüz yüz hatlarını ayrımsadı; dünyanın anasını satarım dercesine şezlonga uzanmıştı. “Ne gıcık bir muntazamlık! Kusursuzluk ile kusur kardeştir. Neme lazım” dedi. Adam, dergisini karıştırırken, birasını yudumlayıp, bir iki kez ona baktı. Gölün gelinhavası kulaklarını yaladı. Deniz kabuğu ayracını kitabın arasına bırakırken, doygun bir kahkahayla irkildi. Oldukça ateşli bir çift… Genç kadın pareosunu serip uzandı. Dövmeli, kaslı erkek, kolunu kadına yastık yaptı. Haz üzerinden yeşeren sevgi buharı, donmuş yürekleri çözercesine dağılıyordu. Genç çifti sarmaş dolaş gören kadının yüreği burkuldu, bu burukluğu söküp atamıyor içinden. Özgür bir beden ve bilincin kök saldığını, yatay kollarıyla geniş vahayı kapladığını, kendi oluşun çiçeklerini  büyüttüğünü biraz geç kavradığını düşünürken, pişmanlık duymuyor. Şu an yaşıyorum ve varım diye avunuyor.

Ömrümüz, kızlık, gerdek, ilk gece söylemleri ve olayları ile geçti diye düşündü. Kırmızı kuşaklar, sağdıçlar, damadın sırtını yumruklayan ağır eller, kapıda bekleyenler, dalgalanan kanlı çarşaflar, zılgıtlar, patlayan tüfekler… Tiyatro oyuncusu olacağım diye hayaller kurarken, bir tüccar ile nişanlandığında, babası “Arın ve namusunla baba evinden çıkıyorsun!” diye derin bir oh çekerken, annesi de “Kız kısmının kısmeti nisan yağmuru gibidir, her şey vaktinde olmalı.” diye kıkırdamış, bir yandan da onun için, ölümü göze alan âşıklarını anlatırken, “Loto babana vurdu! Bir erkeğin gözünün içine bakmadım, evlendiğimiz güne kadar elimiz birbirine değmedi.” Diye övündükçe övünürdü. Apış arasında değerli bir hazine taşıyormuş duygusuyla, kirpi gibi tostoparlak olmuştu ilk gece. Kocası  “Açıl susam açıl!” diyen kılıçlı bir harami gibiydi. Pencerede hışırdayan sarmaşıklar, bahçede yoğunlaşan ayak sesleri, fısıltılar. Soluk gece lambasının çevresinde dönenen gece böcekleri.  Aynaya yansıyan yorgun silueti. Horlayan kocasına bakıyor, sonra sergiye çıkacak kanlı çarşafa. Tiksiniyor. Kendinden mi, kocasından mı, çarşaftan mı bilemiyor. O gece babası sabaha kadar aynadan parmak sallayıp durmuştu, “Giden bir daha geri dönmemeli, bunu alnına yaz!” Rüyasında babasının sakalı maviye dönüşüyor, uzadıkça uzuyor, kocasının sakalıyla birleşiyor, onu sarıp sarmalıyor. Geceleri haykırarak uyandığında, başını alıp bilinmeyen iklimlere gitmek istiyor. Pencerelerin gerisinde Penelope ruhlu kadınlar kan oturmuş gözleriyle örgü işleyip, hep bir ağızdan, “Suss susss! Evden çıkan bir daha eve dönemez!” şarkısını söylüyorlar.  Sokağa çıktığında, ellerinde ok ve yaylarıyla, mavi sakallılar ordusuyla karşılaşıyor. En önde babası, elinde kırmızı bekâret kuşağını sallıyor. “Benim kızım, bir ordu askerin içine girse de…” diye bağırıyor. Yaralı bir kuş gibi inliyor kalın parmaklı kafeste. Bekâret kuşakları uçuşuyor bilincinde. Köhne şatoların duvarları göğe ağıyor. Avazı çıktığı kadar bağırıyor. Gök yırtılıyor. Sözcüklerin gücüne tutundukça duvarlar alçalıyor, taşlar çürüyor.

 

Akşama doğru kentin yoğun uğultusu algısında kum gibi dağılır. Derin mavilikte toplu iğne başı gibi hisseder kendini, usulca göle kayar bakışları. Gökyüzü gerçek. Göl doğru.  Derin mavilik sanki ulaşılmayan hakikat gibi yaylanıyor. Göl bir yanılsama ise ya gök nedir? diye mırıldanıyor kendi kendine. Gök, göl, kök sözcükleri bir üçgen oluşturuyor, göz sineği rahat verir mi, üç noktacıkta hoplayıp duruyor. Genç çiftin kıkırdamaları ağdalaşan vahşi yalnızlığını tırmalamıyor, bilakis mutlu oluyor. Meursault’ya baktı. Bezgindi. Heykel gibiydi. “Deli mi ne, biraz kıpırdasa, göle dalıp çıksa, çevresine baksa ya da gülümsese.” Diye düşündü. Kitabın arasındaki deniz kabuğu ayracını alıp klavikulasında gezdirirken, geçmişin ağır yükünü taşıyan yüzler birbirine benziyor, sonra  “Ya ben?” diye mırıldandı. Alain Delon’a kaçamak bir bakış fırlattı. Birasını yudumlayıp, o da kitap okuyordu. “Dünyayı kucaklıyordunuz!” diye seslenen adam sanki o değildi. Üst perdeden konuşan bu egosantriklerin derdi çekilmez, bu tiplerin yanında nedense hep sönük kadınlar oluyordu. Üç dört gündür bu iki adam da yalnız geliyorlar plaja, hep aynı saatte, aynı yerde. Meursault’nın sevme bilinci ve sevişme yeteneğini düşünürken, bir an önce akşam olmasını istiyordu. Çantasında arandı, mentollü sigarasını dudaklarına sıkıştırıp yekindi. Kendilerinden geçercesine güneşlenen genç çift palmiye ağaçlarından daha endamlı diye gülümsedi. Kıyıya vuran ritmik dalgalar, gümüşten bir taç gibi görünürken, kumun sıcaklığı var olma hazzını kışkırtıyordu. Omzunun üstünden Alain Delon’a baktı. Burnunu havaya dikmiş, onu izliyor gibiydi. Bir kaç adım attı, yeniden dönüp baktı. Evet, bakıyordu.

Genç kızken sokağa çıktığında dükkâncılar tek sıra turnalar gibi dizilir onu göz hapsine alırdı. O an yüzü pancar gibi kızarır, hem de bundan müthiş bir keyif duyardı. Evli kadınlarla arkadaşlık etmesine öfkelenirdi annesi. Haksızda değildi hani, hepsi ağız birliği etmişçesine yatak odalarını anlatıyor, eşlerinin porno müptelalığından yakınıyorlardı. Bir keresinde üst kattaki Meral Hanım, porno film izleyip izlemediğini sormuş, kocasının bu filmlere bağımlı olduğunu anlatırken, zafer kazanmış bir kahramandan söz eder gibiydi. İzlemeyi reddetmiş, bir suça ortak olacakmış duygusuyla tedirgin olup, hemen kalkmıştı. Kadınlar matinesinde film izlediklerinde, erotik sahnelerde annesi önceden hazırladığı mendille yüzünü örterdi. Birkaç kez, mendili çekiştirip bakmıştı.

Bir yaz tatilinde, o öğrenci evine  gizlice gittikten sonra dünyası değişmişti. Köyünden bir sepet kayısı getiren mavi gömlekli adamla merdivenlerde karşılaştıklarında, ikisi de bir anda birbirlerine gülümsemişlerdi. Adam onu davet etmiş bir tabak kayısı ikram etmişti. Ev kitap, dergi, kaset doluydu. Kayısıların öğrenci evinden getirdiğini söyleseydi kıyametin kopacağını biliyordu. Tabağı geri verirken, annesinin yaptığı börekten bıraktı. O gün kapıyı kızıl saçlı bir kadın açtı. Kahve içerlerken, bu yıl sınava gireceğini söylediğinde, sehpada duran “Nasıl Yapmalı?” romanını okuyup okumadığını sormuştu kızıl saçlı kadın. Okuması için bir düzine kitap verdiler. Vera Pavlovna’dan çok etkilendi. Komşuları annesine “Bu eve giren çıkan belli değil!” diye şikâyet ettikten sonra, babası “Bacaklarını kırarım!” diye kükredi. Bir gece sabaha karşı sokaklar tank sesleriyle sarsıldı. Odaya vuran ışıkla irkilip, pencereden ürkekçe baktığında, kitap dolu çuvallarla birlikte kızıl saçlı ile mavi gömleklinin haki renkli araca bindirildiklerini gördü. Onlar için, günlerce ağladı. Babasının tüccar arkadaşının oğluyla nişanlandığında, birkaç kez yazlık sinemaya gidip, çakıl taşlı parkta çekirdek çitleyip konuşmuşlardı. Aklı kızıl saçlıdaydı. Arabasını daha çok seven kocası, bir kanarya almıştı. El ayak çekildiğinde, kanarya ile sohbet etti her gece, “Dayan sarı kuş, hem kendimi hem de seni de azat edeceğim,” diye ant içti. Kızıl saçlının izini buldu, görülmüştür mektuplarını bekledi heyecanla, ona sayfalar dolusu mektuplar yazdı.

Elini beline dayayıp, Meursault’nın karşısına dikildi. Kasten öksürdü, sigarasını salladı, “Ateşiniz var mı?” dedi nazikçe.  Adam kıpırdamadı ilkin, sonra hafifçe kafasını kaldırıp, tek gözünü kıstı. “Çakmak var, diye alnımda mı yazıyor?” dediğinde doğruldu, plaj çantasından sihirbaz edasıyla çakmağı çıkarıp sigarasını yaktı. Kadın, tek ayağının üstünde yaylandı, sigarasından derin bir nefes çekip, göğe savururken, Alain Delon’a baktı. Toparlanıyordu.  Meursault ile konuşurken, baksın istiyordu. Gitmeseydi ikinci ateşi de ondan isterdim diye düşündü.

“Bir sigara içimi oturabilir miyim?” dediğinde, adam, göğsünü kaşıyıp bir giz gibi gülümsedi. Kadın, “Tatilcisiniz galiba!” dedi. Adam istemsizce gözlerini kısıyor, anlamsız bir yüz ifadesiyle göle bakıyordu. Adamın eti kesilse konuşacak gibi değildi. Nerenin kaçkını bu diye gülümsedi. Sigarasını kuma bastırırken, “Sizi rahatsız  mı ettim?” dedi. Adamın burun delikleri kederli bir atın burnu gibi açılıp kapandı. Sarı gözakları sulanmış gibiydi. Çatlak dudağı aralandı. “Annem öldü!” dediğinde, kadının dizinin bağı çözüldü. Bir kaç adım attı, omzunun üstünden baktı, “Dün mü öldü?” dedi.

Adam, “Hanımefendi,  aklınız başka yerde! Sigaranızı çekmiyorsunuz ki!” dedi.  Konuşmak istiyordu, ama sanki bir el boğazını sıkıyordu. Babası bir şemsiyenin altına oturmuş, pantolondan bozma, tarazlı şortunun paçalarını çekiştirerek ona bakıyordu. Hem Meursault’a hem de Alain Delon’a el sallarken, bir kahkaha atıp babasına baktı. “Bak senin karşında cilveleşecem, öpüşecem!” diyesi geldi. Çantasından silahını çıkarıp, nişan aldı, alnın ortasından vurduğunda, sarı kanaryası kafesinden havalanıp, maviliğe süzüldü. O an da içini bir soğukluk kapladı, bütün bedeni tavuğun derisi gibi kabardı. Sigarasından gevşek bir nefes aldı, “Nerde kalmıştık!” dediğinde, güneş batmak üzereydi. Şerbet rengi hareler gölün üzerinde ateş böcekleri gibi ışıyordu. Ne Meursault ne de Alain Delon vardı. Ama buradaydılar değiller miydi  dedi kendi kendine. Gece yarısı başlayacak gölge sinemayı düşünürken toparlanıp evin yolunu tuttuğunda sadece genç çiftin cilveli sesi gölün hışırtısına karışıyordu.

Apartmanın önüne geldiğinde posta kutusunu kontrol ederken, “N.Yalnızcan” adını görünce, bir komedyenin repliğine pek yakışırım diye gülümsedi. Adı Nâlân’dı, ama herkes onu Nicole olarak tanıyordu. Adının anlamı inleyenmiş, öyle demişti edebiyat öğretmeni. “Neden inleyeyim ki, yerinde sayanlar inlesin!” diye mırıldandı. Kapıcı Carlos, huşû içinde köpeğini gezdiriyordu. Dudaklarında hafif bir ıslık vardı. Birlikte yaşadığı Maria Anges, konservatuarda müzik okutmanıydı, üstelik oldukça güzeldi. Onların doğal tavırlarına şahit oldukça, titr peşinde koşanların sahte yüz ifadeleri “Davul dengi dengine çalar!” diyen dedikodu kumkumaları geliyordu aklına. Acaba Carlos ve Maria Anges’ da gece yarısından sonra perdeye yansıyan çıplak bedenleri görüyor mudur?  Carlos’un yüzündeki dinginliği daha iyi görebilmek için, iş olsun diye “Asansör tamiratı ne zaman bitecek? Diye sordu, oysa sormasına gerek yoktu, yaz sonunda biteceğini biliyordu. Ağır adımlarla merdivenleri çıkarken, her katta soluklanıyor, bir ses, bir sözcük duymayı beklerken, pencerenin altında oyun oynayan kabak kafalı çocuklarla olan kavgasını, o çocukların gürültüsünü özlüyordu.

Bir duş aldı, bir şeyler yiyip külçe gibi divana yığıldı. Elindeki yaşlılık lekelerine, sonra parmağındaki kalem izine baktı. Tuşlara alışamıyordu, bu sokaklara alışamadığı gibi. Guguklu saat çaldığında “Evet, tam zamanı!” diye mırıldandı. Yumuşak adımlarla yatak odasına geçti, dolunay gümüş bir tepsi gibi parlıyordu. Pencereyi daha çok araladı, yasemin, hanımeli kokusu, kızıl saçlıyla balkonda kitap okudukları akşamları, dolunay ise mahalledeki kadınların defne yapraklarına yazdıkları ritüelleri, suya okuyup üfleyişlerini anımsattı.

Pencerenin gerisindeki pufuduk koltuğa ilişti. Yasak filmleri izlerkenki heyecanı duyuyordu. Ağır bir sis perdesi gibi abanan sessizliği uzaklardan gelen ince bir piyano sesi yırtarken, karşı pencerenin lâl rengi ışığı perdeyi aydınlattı. Dakikalar uzuyordu. Perdeye gölge bedenler yansımıyordu. Yoksa bir yanılsama mıydı diye düşünüp, huzursuzca bacağını sallarken, perde kımıldadı. İşte diye derin bir oh çekti. Şamdanı tutan o narin ele uzanan hafif göbekli erkek. Her zamanki gibi bir süre ayakta duruyorlar. Erkek, şamdanı zafer kazanmış bir edayla havaya kaldırıyor, kadın da şamdana uzanıyor. Ampul göğüsleri perdede titriyor. Bedenleri birleşirken, yavaşça kaykılıyorlar. Perde kımıldarken görüntü kaybolur gibi oluyor, sonra kadının sülün bacakları havalanıyor, hafif daireler çizerken, uzaklardan duyulan piyano sesi de hızlanıyor. Bir an nefesi kesilir gibi oluyor. Balkona çıktığında Carlos’un da köpeğinin başını okşayarak pür dikkat pencereye baktığını görüyor. Kasten öksürüyor. Carlos yukarıya bakıyor, doğal bir şekilde mahmurca gülümserken, ay ışığında dişleri parlıyor. “İki aydan beri çekilecek film için prova yapıyorlar.” Diyor. O an bir gülme krizine tutuluyor, “Ya öyle mi, bu prova hiç bitmesin!”  diye fısıldıyor.

Ayaklarını sürüyerek salona geçtiğinde sessizlik göğsünün tam ortasına oturuyor gibiydi.  Bu gece arada sırada duyduğum o farklı “pıtt pıtt, sıss sıss”lar  da  neyin nesi düşünürken, birden nohutları suya koyduğunu anımsadı. Güldü. Bunca yıldır ilk kez nohutların tısladığını fark etmişti. Salonun ışığını yaktı, yeniden masadaki defterinin başına oturdu. Gidip, yarın plajda Meursault ile Alain Delon’a benzeyenlerin yakasına yapışıp, onlarla doyasıya konuşacağım diye mırıldandı.

6-Ocak- 2023/Cenevre

 

 

 

 

–  Dans le théâtre de ma mémoireLireBelleğimin tiyatrosunda

Datenschutzerklärung

ContactMentions légalesLettre d'information
Mentions de Cookies WordPress par Real Cookie Banner